anlatılması gereken şeyler 1: orada bir Lyon var uzakta

Yıl 2015. 7 Haziran seçimlerinden sonra alınan erken seçim kararıyla yapılan 1 Kasım genel seçimlerinin az sonrası. 

Hayatın hepimize -bir süredir- çokça ağır geldiği dönemler. Kimimiz daha hafif atlatıyordu belki ama kimimiz nefes alamıyordu. Memleket, ev, iş derken her şeyin “çok” geldiği zamanlar. Ve dev bir hafifleme ihtiyacı. 

Böyle bir anda karar verdik biz bir yerlere kaçmaya. Nereye gideceğimiz belli değildi, amaç her şeyden uzaklaşmaktı bir süre de olsa. “Aaa” dedim, “Fête des Lumières -Işık Festivali- var Lyon’da 5-8 Aralık arası, hadi oraya gidelim.” Didemcim “gidelim be” dedi. İlk başta ikimizdik. Ben orada yaşayan bir üniversite hocamla temasa geçtim, “nerede kalalım?” falan derken, “ben burada olmayacağım, siz benim evimde kalırsınız” dedi, hoop ev ayarlandı. Vize başvurularını yaptık, çat diye uçak biletimizi aldık. Akşamdan sabaha her şeyimiz tastamamdı. Madem dünyaya hayrımız dokunamıyor, bari kendimize hayrımız dokunsun dedik. Sonra Evrimcim de bize dahil oldu. O da bizim gibi boğulmuştu. “Gelsene” dedim, “tamam” dedi. Nasıl da ahenk içindeydik. O da kendi düzenini ayarladı. Hazırdık. 

Günlerden 13 Kasım oldu. Paris’in göbeğinde hepimizi dehşete düşüren patlamalar yaşandı. Paris’e mi üzüleyim, “aaa biz Fransa’ya gidecektik yaa” mı diyeyim, ne hissedeceğimi bilemeyecek bir haldeydim. Aslında hissiyat şu idi: “ey hayat, nefes almamıza neden izin vermiyorsun?”

Şunun şurasında uçmamıza 3 hafta vardı. İstişare ettik, danıştık ve dedik ki “aman gidelim canım, ne olacak?”. 

20 Kasım’da Lyon Valiliği’nden açıklama geldi: Fête des Lumières iptal. “Daha iyi, şehir boş olur, zaten güvenlik önlemleri hat sayfada, bize kendi ışığımız yeter.”

Uçuşumuz 5 Kasım’da idi. “Baya baya gidiyoruz, kabin tipi valiz alalım değil mi, tabi ya kesin öyle yapalım daha hızlı olur” falan derken standart bir İstanbul Kasım sabahında havaalanında buluştuk. Havaalanı da Atatürk o zamanlar.. Sabahın köründe kahve ile ayılmaya çalışırken ben 2 arkadaşımı gördüm, onlarla biraz çene çaldım derken zamanı geldi, uçağa gitmek üzere kapıya gittik. 

Uçağa alınmayı beklerken bir arkadaşımızı daha gördük, onlar da festivale niyetlenmişler, iptal edilse de gitmeye karar vermişler, “aa süper orada denk geliriz, haberleşiriz o halde” dedik. 

Önce Didem geçti kontrolden, bizi bekledi. Evrim’e geldi sıra, görevli pasaporta baktı ve “hanımefendi, sizin vizenizin süresi bitmiş” dedi. Haydaa.. Nasıl olabilirdi ki bu? Görevi gereği zırt pırt Avrupa’ya uçan Evrim’in vizesinin olmama olasılığı sıfır idi. Bittabi ben bunu bir işaret olarak algıladım ve “aaa ok, gitmiyoruz o zaman” dedim. O arada görevli Didem’in pasaportunu geri istedi, “hanımefendi sizinkine tekrar bakabilir miyiz?”. Bu esnada Evrim “siz gidin işte, ben zaten sonradan dahil oldum programa” derken, görevli Didem’e dönüp “sizin de vizenizin başlangıç tarihi önümüzdeki hafta” demez mi! Şaka desen şaka değil.. Tahmin edeceğiniz üzere tatlı bir şoka girdik. Aramızda Lyon’a gidebilecek tek insan benim ve maalesef ben de tüm bu olanları dehşet işaretler olarak algıladığımdan zaten çoktan vazgeçmişim. “Ya işte baksana arkadaşlar da var giden takıl onlara git” diyorlar ama ben “yok yeaa” modundayım. O aradaki süreyi inanın hatırlamıyorum. Ne kadar kaldık o kontuarda, şoku ne kadarda atlattık falan bende yok. Neyse sonuçta öncelikle kabin tipi bagajımız olduğuna, sonra da bu vizelerin durumunun en azından Türkiye’den çıkmadan keşfedildiğine şükür ettik. Teorik olarak memleketten çıkış yaptığımızdan havalimanı polisi eşliğinde garip bazı yerlerden geçip çıkışlarımızı iptal ettirdik ve hoop diye İstanbul’a geri döndük.. 

Taksiye binmeden bir süre birbirimize baktık, “aman napalım yaa, hadi gidip doğru dürüst bir kahvaltı edelim” dedik. Kendimize Moda’da bulduk. Moda’da önce bir kahve sonra kahvaltı.. Arada gülüyoruz, “yaaa böyle bir şey olabilir mi yaa” deyip duruyoruz, çeşitli senaryolar üretiyoruz, o kadar keyifli bir şoktayız ki o kadar olur. 

Öğleni edip yeterince oyalandığımıza kanaat getirince istikameti Haydarpaşa’nın içindeki gar meyhanesi Mythos’a çevirmeye karar verdik. “Olursa olur, olmazsa rakı içeriz”in vücut bulmuş haliydik. Taksiye bindik, zira valizlerimizi çekiştire çekiştire oraya yürüyemezdik. 

Ve her şey o an daha da bir anlam kazandı:

Taksi şoförümüzün adı Turan. Kendisine Turan Amca diyeceğiz. Muhabbetin nasıl başladığını hatırlamıyorum. Kendisi “kurumsal hayat”tan insanlara da makam şoförlüğü yapmış, bir ara bunu paylaştı. Sonra şunları dedi: “Kendinizi çok sevin, kendinize değer verin. Geri kalan her şeyi bırakın, su akar yolunu bulur. Bir şeyi çok isterseniz ve olmazsa, bırakın olmasın, hayırlı olan olur. Küçük şeylerle mutlu olmaya çalışın..” Size de inanılmaz gelebilir ama gerçekten bunları dedi. Ve biz bir ermişe rastladığımızı hissettik Evrim’in deyimiyle. Saat daha 1 falandı ve gün bizi çılgınca sınamaktaydı. Olmayan şeyleri kabullenmek, Küçük Prens’i göremeyeceksek mutlu olacağımız başka küçük şeyler bulmak durumundaydık. Turan Amca öyle diyordu. 

Taksiden indik ve taksinin arkasından Turan Amca’ya uzunca bir süre bakakaldık. Hala o günü hatırladığımızda şunu sorarız: Turan Amca, sen gerçek miydin?

Mythos’a oturduğumuzdan vizelerin şokunu atlatmış Turan Amca’nın dediklerini düşünüyorduk. Mekanı bilenler bilir, duvarlarından Nazım bakar sizlere, Cemal Süreya bakar, Aziz Nesin ve daha bir çok yüce yürek. 

O bakışların ağırlığı Turan Amca’nın sözlerine karıştı. İlk rakı kadehlerimizi “şerefe” kaldırırken hepimiz ayrı ayrı hayatlarımızı düşünüyorduk. Sezen Aksu’nun “Yeni ve Yeni Kalanlar”ı vardı fonda.. 

Hayatlarımız o günü takip eden seneler boyunca farklı yönlere gitti. Kimimizin çok kimimizin azdı farkları ama eskisi gibi olmadı. Lyon’a gidemedik ama “yeni” bir şeyler yaşadık. Ve biliyoruz, bir gün o Lyon’a üçümüz gideceğiz. Neden mi? “Kalbimiz temiz velhasıl”.  

(Bu video benim için İstanbul’un en güzel meyhanesi olan Haydarpaşa Mythos’ta çekilmiştir. Ve bu da muhtemelen bir tesadüf değildir.)


Posted

in

by

Tags: