ortaokuldayız. sene 1991. Pearl Jam’in Ten albümü, Nirvana’nın Nevermind’ı, Metallica’nın simsiyah kapaklı 1991 albümü mesela falan çıkmış. 13 yaşındayım. yepyeni müzikler keşfediyorum, çok mutluyum. “grunge” diye bir şey var ve ekose gömlek giymeyeni dövüyorlar. tabi ki siyah eteğin altına siyah bot giymeyeni de.
annemin şiir defterinden Nazım’ı, Atilla İlhan’ı, Ümit Yaşar Oğuzcan’ı falan keşfediyorum. sonra ben de 1994 yılında koca bir defter dolduracağım, ileride çocuğuma verilmek üzere, içi Nazım’lar, Ahmed Arif’ler, Asaf’lar ile dopdolu.
okul hayatının domine ettiği baharlar ve kışlar rock müzikle, Seattle’daymışcasına, dolu dolu geçerken benzer senelerin yazlarında “Türk Pop müziğinin patlamasına” maruz kalıyoruz.
bir tarafta Metallica One bir tarafta Yonca Evcimik Abone. e tabi ki yazlıklarda, sayfiye yerlerinde patlayan “Türk Pop”u bangır bangır. “okul açılsa da kendi kimliğime dönsem bir an önce” diye düşünüyoruz, fonda Tarkan üstümüzdeki Guns N’Roses tişörtüyle.
okul açılıyor tabi ki. MTV var hayatımızda, konserler başlıyor yavaş yavaş, Avrupalı yaşıtlarımızdan neyimiz eksik? kredili sistem var mesela, onlarda var mıydı o?
Taksim bizim, Ortaköy bizim. barlarda canlı müzik yapan arkadaşlarımız falan var. o arkadaşlarımıza müzik aleti bakmaya Tünel’e gidiyoruz. Tünel de bizim evet.
Fransız Okulu’nda okumanın bir artısı olarak Sartre’lar, Rousseau’lar ve Voltaire’ler vasıtasıyla pompalanan “özgürlük” ruhu her şeyin alternatifini sevmeye daha da yatkın kılıyor insanı sanki, oh ne güzel, nefis bahaneler bunlar 🙂
sonra yine yaz geliyor, aileyle bir yerlere gitmek gerekiyor. biraz daha büyüdüğümüzden oralarda da “bizim gibi”leri bulup komün oluyoruz hemen. o yörenin belki de tek müzik çalan mekanına gidip, ki o sırada Tarkan’dan “Hepsi Senin Mi?” çalıyor, “bundan sonra Mavi Sakal’dan İki Yol çalar mısınız?” diyoruz. bari Türkçe Rock dinleyelim.
Ankara’da çok daha güzel rock grupları olduğunu duyuyoruz, bir türlü gidilemiyor o Ankara’ya, snob İstanbullular ne olacak? yazın İzmir’e gitmek dururken kışın neden Ankara’ya gidilsin ki? neyse ki Kemancı falan da açılıyor da Ankara’ya ihtiyaç kalmıyor.
ergenlik ve ilk gençlikteki kışlık ve yazlık hayat dilemmamızı dün akşam fark ettim. bütün bunlar nasıl olduysa zihnimden pat diye geçiverdi. ve yine fark ettim ki, hayatımız şu anda da dilemma açısından o dönemi aratmayacak durumda. sadece o dönemin “yazlık” unsurları hayatın ta kendisi oldu çıktı. tam olarak kendimizi o ait hissetmediğimiz “yazlık” hayatının içinde bulduk, bana öyle geliyor. ve daha da kalitesiz haliyle. biz razıydık halbuki Tarkan’a, yavaş yavaş sevmeye bile başlamıştık.
şimdi bazen, bazılarımız, birbirimize bakıp “ya biz neden böyleyiz?” diyoruz ya. “böyleyiz” ne mi? tatminsiz, zor beğenen, isyankar, bazen fazla ilkeli, hayatın fazla içinde, fazla farkında, yaşlanmayı reddeden vs… işte bundan böyleyiz. “biz” alternatif ne varsa hep onu sevdik, onu istedik. en çok sevdiğimiz şey bile popüler olduğunda uzaklaştık ondan, bkz. -benim için Küçük Prens-. kendimizi olağanüstü bir hızın ve tüketim aşkının ortasında bulunca da bize ait hiçbir şey kalmamış gibi oldu sanki.
çözüm olarak da az kalan birbirimizi bırakmamak, o çok olan “yazlıkçılar”dan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışmak düştü bahtımıza. zaten onlar kaptırıp gittiler, pek de ne dediğimizi anlamazlar gibi geliyor bana, “yaşasın ana akım olan her şey” diye bağırarak bizi duymaları mümkün gözükmüyor.
kimimiz işini bırakarak, kimimiz yıllardır oturduğu mahalleden şehrin bir ucuna taşınarak, kimimiz koca şehri terkedip minicik bir sahil kasabasına giderek, kimimiz içindeki sanatçıyı öldürmemeyi başararak, ve çoğumuz kendi dünyasını yaratıp kendini orada iyileştirerek; hayatımızın orta yerine o ilk gençliğimizde Sweet Child O’Mine çalmaya başladığındaki duygumuzu koymaya çalışıyoruz.
-o duyguyu hepimiz biliyoruz.-
çok iyi ediyoruz. ne iyi ediyoruz.