Günlerden 1 Temmuz 2014.
Şehirlerden Amsterdam, mekanlardan Heineken Music Hall.
Şehir güzel, insanları güzel, havası da güneşliydi o gün.
Heineken Music Hall, içinde 5500 seyirci kapasiteli “Black Box”ı ve 750 seyirci kapasiteli “Beat Box”ı ile 3000 metrekarelik bir alan. Müzik etkinlikleri için özel olarak dizayn edilmiş ve bence akustiği gerçekten bir harika… Bizdeki Black Box’ın da atası sayılıyor zaten..
Bu konser, yurtdışında ilk konser deneyimimdi. Her şeyde olduğu gibi Avrupa’da böyle bir etkinliğe katılmak da gayet kolay ve medeni şartlarda gerçekleşiyor. Bileti almak, şehrin öbür ucundaki mekana toplu taşıma ile ulaşmak, konsere girmek, konseri “dinleyebilmek”, sonrasında dağılmak, yine toplu taşıma ile otele dönebilmek.. Bu aşamaların hepsini bu kadar iyi hissederek hatırladığım bir yerli konser anım yok maalesef..
Mekana girer girmez kurulmuş olan standdan yanda fotoğrafını göreceğiniz özel konser posterinden edindim bir adet. 200 adet basılmış, bende 177.si var.. Lazaretto’nun dillere destan plağını da bulmayı ümit ediyordum ama ne konser mekanında ne de sonraki günlerde uğradığım Amsterdam’ın devasa plak dükkanı Concerto‘da yoktu. Ben de Lazaretto’nun single versiyonuyla kendimi avuttum 🙂
Şimdi gelelim esas mevzuya.
The White Stripes, The Raconteurs, The Dead Weather ya da “sade” Jack White.
Hepsine varım 🙂
Kendisini uzun zamandır çok büyük ilgi ve alakayla takip ediyorum.
Yengeç burcu olmasından, gitar tonuna, çalabildiği enstrüman sayısından bir “control freak” olmasına kadar Jack White ile ilgili tüm ayrıntılar ilgi alanıma giriyor. Morrissey’in gönlümdeki tahtını paylaşabilir mi bunu bile düşünüyorum bazen.. Doğumgünüme 5 kala, bir iş seyahatinin ilk gününde, “bakayım Amsterdam’da o tarihte bir konser var mıymış” diye baktığım anda kendisinin karşıma çıkmasını da tesadüften daha büyük bir şey olarak yorumluyorum bu yüzden 🙂
Konser başlamadan sahneye çıkan bir şahsiyet “unutmayın, bu 3 boyutlu bir gösteri, 2 boyutlu değil, vaktinizi fotoğraf ya da video çekmeye harcamak yerine bu 3d şovun keyfini çıkarın, profesyonel bir fotoğrafçı tüm gece boyunca fotoğraf çekerek 1-2 gün içinde jack’in web sitesine koyacak” dedi.. Tabi yine herkes, ben dahil, elinden geldiğince el emeği göz nuru 1-2 kare yakalamaya çalıştı ama benim zihnime bu ifade bu ve bundan sonraki tüm konserler için bir güzel yazıldı; “2 boyutlu değil 3 boyutlu”..
Setlist de setlist’ti hani. Geçmişten bugüne en güzel parçalarını yolladı kulaklarımıza teker teker. Son albümden “Would You Fight for my Love?” da olsaydı benim için daha bir tam olacaktı, ama şımarıklık etmeyeyim, bakın siz de, öyle böyle değildi:
1. High Ball Stepper
2. Dead Leaves and the Dirty Ground (The White Stripes)
3. Hypocritical Kiss
4. Lazaretto
5. Hotel Yorba (The White Stripes)
6. Trash Tongue Talker
7. I Cut Like a Buffalo (The Dead Weather)
8. Top Yourself (The Raconteurs)
9. Stop Breaking Down (Robert Johnson cover)
10. We’re Going to Be Friends (The White Stripes)
11. Alone in My Home
12. The Same Boy You’ve Always Known (The White Stripes)
13. Just One Drink
14. Steady, As She Goes (The Raconteurs)
Encore:
15. The Hardest Button to Button (The White Stripes)
16. Missing Pieces
17. Sixteen Saltines
18. Three Women
19. I’m Slowly Turning Into You (The White Stripes)
20. Seven Nation Army (The White Stripes)
Ben bu konserde Jack White’ın Rolling Stone tarafından “en iyi 100 gitarist” listesinin 17. sırasına neden oturtulduğunu daha iyi anladım. Gitarıyla yaşadığı aşk mikrofonuyla yaşadığından kat kat fazla. Ve O’nu öyle izlemek çok acaip bir keyif.. “Çalsın dursun, izleyelim, hiç bitmesin” dedirtiyor.
Bana kalsa “müzik” insanları birleştirebilecek en ulvi kavram bu dünyada. Bunun ne kadar doğru olduğunu, dilini konuşmadığım binlerce insanla tek bir ağızdan dakikalarca aynı şarkıyı söylerken daha da net anladım.
O şarkı; kapanış şarkısı olan Seven Nation Army idi.
Amsterdam konserinden değil bu kayıt ama deneyim birebir aynıydı, gözümü kapattığımda ben hala ordayım..
Jack, sen çal, ben hep dinleyeceğim..